30 Haziran 2011 Perşembe

Sevda, Kavga ve Özgürlük Üzerine

Düştü mü sevda yüreğine,
Kor bir kere değdi mi tenine
Yoktur artık dönüşü.
Mutlak kavrulacaksın,
Boynuna geçecek ilmekleri,
Ayrılıkları,
Haksızlıkları ve zulmü
Göze almışsındır artık.

Göze alarak yaşamak...
Maşukun kaderi budur sadece.
Bedel ödemek,
Ve susmak sinirleri çatlatırcasına.

Boyun eğmek değildir masumiyetin,
Masumiyetin bir başkaldırıdan ibarettir.
Öyle ki, ölümü şeref sayarsın,
Lakin ölmeye derman yoktur bu sevdada.

Sevdan özgürlüğünse eğer,
Yaşamak sevgilindir,
Ölüm...
Olsa olsa
Düşmanın sana biçtiğidir,
Namussuzca.

Gözlerindeki ateşi,
Dilindeki sözünü,
Namlundaki mermini,
Savaş alameti bilir düşman.

Oysa sen...
Öyle bir sevdanın sahibisindir ki
Çoğu yerde
Düşman bileni yaşatmak istersin seni.
Öyle bir seversin ki yaşamı,
Herkes tatsın istersin,
Kana kana.

Bilirsin dertlerini,
İçlenirsin...
Seni öldürmek isteyeni yaşatmak,
Senin en büyük günahındır.
Sehpada yüzüne okunur.
Susarsın önce,
Gülümsersin nihayet,
Ve haykırırsın:
Özgürlük Benim!

23 Haziran 2011 Perşembe

Bürokratik Oligarşi 3- İleri Demokrasi : 0

Gerçek demokrasilerde işleyiş halkın lehinedir. Zira devlet adını verdiğimiz kurum halkın yaşamını refah, adalet ve özgürlük temellerinde düzenlemek amacıyla kurulmuş bir aygıttır. Fakat bizim gibi ülkelerde devlet tanımına göre konumlandırılmadığı için yönetim biçimi ne olursa olsun devlet halka hizmet etmekten ziyade halkı yönetme görevini görmektedir. Demokrasi dediğimiz yönetim biçiminin esası, halkın devleti idare edecek kişileri görevlendirmek suretiyle kendi kendini yönetmesidir. Yani, bize okulda öyle öğrettiler! Pratikte ise durum biraz farklı. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, devlet yönetimine el koymuş askeri bir cunta idaresi tarafından yaptırıldığı için halktan ziyade devleti düşünen, devleti yönetmek iddiasından vazgeçmek istemeyen bir zümreyi kayıran bir anayasa vaziyetinde. Kısacası, bizim anayasaya göre devlet halk için değil, kendisinin devamlılığını sağlamak üzere kurulmuş bir aygıt konumunda.
İşte tam bu sebeple, gün geçmiyor ki tartışma yaratacak, kaos oluşturucak, halkın en azından bir kısmının isteklerini ve iradesini görmezden gelecek bir olay yaşamayalım. Bürokratik oligarşi de dediğimiz, halkın hiçbir dahli olamadan karar verme yetkisine sahip kurumlarımızdan biri olan YSK, seçime Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku'nun içinde bağımsız olarak giren ve yaklaşık 80 bin seçmenin oyunu alarak milletvekili olma hakkı kazanan Hatip Dicle'nin vekilliğini düşürdü. Gerekçesi, Dicle'nin milletvekili olma şartlarını ortadan kaldıran bir suçtan ceza alması ve 1 yıl 8 ay daha cezasının bulunması. Söz konusu suç 'Terörle Mücadele Yasası' kapsamında olduğu için ayrıca dikkat çekici. Ben hukukçu değilim ancak hukukçulardan dinlediğim kadarıyla vardığım sonuç YSK'nın aldığı kararın aslında hukuki olduğu yönünde. Ancak, kafa karıştıran tabiri caizse bit yeniği sorular var kafamda.
Madem Hatip Dicle milletvekili adayı olabilecek şartları taşımıyordu neden YSK seçim öncesi Dicle'nin adaylığını önce veto edip sonra veto kararından vazgeçti?
Ayrıca, vekil seçilmiş bir kişinin vekilliğini düşürmek YSK'nın yetki alanında değilse, bu karar nasıl hukuki çerçevede gerçeklik buluyor?
YSK'nın vekil seçilen birisinin hakkında hüküm verme yetkisinin T.B.M.M.'nin yetki alanı olduğundan ve milletvekilleri hakkında kesinleşmiş suçlarla ilgili mahkeme kararı T.B.M.M.'ye iletildiği an vekilliğin otomatik olarak düştüğünden haberi yok mu? Pek tabii ki var. O halde neden YSK, sürecin bu şekilde işlemesine müsaade etmedi de 80 bin oy almış Hatip Dicle'nin yerine 10bin civarında oy alan AKP adayı Oya Eronat'ın mazbata almasını sağladı?
Haydi diyelim ki YSK, sonunda olacakları düşünmeden yasal yolları uyguladı, AKP neden Oya Hanım'a 'Biraz bekle, hemen alma mazbatanı.' demedi. Demokrasinin işlemesi ve halkın iradesinin tecelli etmesi için böyle bir tavır sergilenemez miydi?
Bu olayın sonunda elbette herkese büyük sorumluluklar düşüyor. Ancak, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku'nun milletvekillerine ve Ak Parti'ye herkesten fazla sorumluluk düşüyor. Şimdi, ileri demokrasiyi kurabilmek için bu krizi fırsata çevirebilirsek Türkiye için, demokrasimiz için umut var demektir. Blok vekillerinin bir şekilde meclise gelmeleri için ortak akılla çözüm üretmek gerekmekte; Diyarbakır'da Hatip Dicle'ye yaklaşık 80 bin oy veren halkın iradesinin mecliste temsili için mutlaka bir çözüm gerekmektedir. Halk iradesinin birazının bile yer almadığı bir meclis, meşru bir meclis olamaz! Vesselam.

Arap Baharı; Devrim mi Müdahale mi?

Arap ülkeleri uzunca bir süredir batı medyası ve Türk medyası tarafından 'Arap Baharı' adı verilen bir süreci yaşıyor. Halk ayaklanmaları ile başlayan hareketler başlangıçta çok sempatik ayaklanmalardı. Sempatik diyorum zira Mısır, Yemen, Ürdün gibi otoriter rejimlerde halkın "Artık Yeter!" demesi bizce de normaldi ve desteklenmeli idi. Demokrasinin kurulabilmesi ve tam anlamıyla işlemesi için ayaklanan Arap kardeşlerimize uzaktan da olsa destek verdik. Mübarek ve muadili yöneticilerin bu halkların ensesinde boza pişirmelerine vicdan sahibi kimse duyarsız ve sessiz kalamazdı.
Bu üç ülkede yaşanan gelişmelerin hemen ardından Libya'da da halk Kaddafi'ye karşı ayaklandı. Muhalifler bazı büyük şehirleri ele geçirdiler ve Kaddafi'nin de karşılık vermesi ile olay iç savaşa dönüştü. Bizler tam, "Bitsin bu savaş, Kaddafi halkının istediği reformları gerçekleştirsin ve kardeş kanı akmasın." derken Libya'daki olaya ABD, NATO ve AB de dahil oldu. Fransa'nın Kaddafi'ye çıkışlarının ardından ABD Başkanı Obama ve Türkiye Başbakanı Erdoğan da Kaddafi'ye 'ayar verdiler'. Hemen arkasından da NATO eliyle Libya'ya müdahale kararı alındı. T.B.M.M. verdiği tezkereyle TSK'ya 'yabancı ülkelere asker sevketme' yetkisi verdi. Tezkere öncesi Cidde'de konuşan Başbakan ise "Türkiye'nin Libya'da ne iş var yahu!" demişti demesine ama Libya'ya gönderilecek NATO kuvvetlerine desteğini de esirgemedi ne hikmetse! NATO Harekatı'nın mantığını anlayabilmek için kısa bir not verelim ve Suriye'yi anlamaya çalışalım: NATO'nun Libya'ya yaptığı müdahalenin amiral gemisinin adı Andrea Dorya. Peki, kim bu Andrea Dorya? Barbaros Hayrettin Paşa tarafından Akdeniz'de perişan edilen Haçlı Donanması komutanı...
Suriye'ye ise olayların sıçraması pek uzun zaman almadı. Suriye halkı da yaklaşık 60 yıllık Baas Rejimi'ne karşı ayaklandı ve "Artık Yeter!" dedi. Fakat, Beşar Esad da Kaddafi'ninkine benzer bir tepki verdi ve kendi halkına silah doğrulttu. Her gün gelen ölüm haberleri, işkence görüntüleri ile Suriyeli kardeşlerimiz için içimiz parçalanıyor! Bir kısmı kaçıp Türkiye'ye sığınıyor fakat görünen o ki Suriye'de tam anlamıyla bir can pazarı durumu mevcut. Buna karşılık Esad, reform yapma ve bu reformları yıl sonuna kadar gerçekleştirme sözü verse de halkı tarafından pek inandırıcı bulunmuyor gibi. Gösteriler ve çatışmalar aralıksız devam etmekte.
Arap ülkelerinin içinde bulunduğu fotoğraf aşağı yukarı bu. Şimdi, bu fotoğrafın bize anlattıklarına bakmak lazım. Elbette ki tüm dünya halkları için özgürlük, adalet ve refah istiyoruz. İnsanların doğuştan gelen bu haklarına herhangi birisinin el koymasına tabii ki razı değiliz. Ancak, bu gösterilerin geldiği noktada birileri tarafından kullanıldığı gibi bir izlenim yaratıyor. Özellikle Libya örneği bize, harekat düzenleyen güçlerin ayaklanmaları organize etmese de bundan faydalanmaya çalıştığını açık bir şekilde söylüyor. Bir olayın kim tarafından gerçekleştirildiğini anlamak için kimin faydalandığına bakmak gerekir; öyleyse?
Libya'nın büyük enerji kaynakları ve ABD'nin orada olması herkese aynı şeyi anlatmaz mı?
Suriye bu sıkıntılarla güç kaybettikçe kazanan ve güçlenen İsrail olmaz mı? Yani, Golan Tepeleri'nden tutun da Türkiye ile geliştirdiği iyi ilişkilerin bir anda tersine dönmesi de dahil Suriye'nin eli İsrail nezdinde zayıflamaz mı?
Ürdün'ün zayıflaması İsrail'den başka kime yarar sağlar?
Her ne kadar Mübarek gibi bir Firavun devrilmişse de Mısır'ın devlet sistemi değişmedikçe Arap Baharı Mısır halkına mı yarar getirir yoksa İsrail Devleti'ne mi?
NATO harekatına destek veren Türkiye'ye gelelim. Libya'da NATO müttefiki olmak dış ticaretimize ne kadar büyük zarar verecek? Suriye sınırındaki belirsizlik son birkaç yılda sınırların açılması ile başlayan olumlu havayı dağıtmayacak mı?
Velhasıl, Batı medyası ve Batı siyaseti tarafından muazzam destek gören Arap Baharı'nın kime fayda sağladığını iyi analiz etmek gerekir. Hafızalarımızda Arap Dünyası'nı masa başında cetvellerle haritalaştıran Lawrence olayı hala tazeyken, Osmanlı'yı bitirmek için Arap halklarını devlet adı altında despot rejimlerin kucağına bırakan küresel emperyalizm oyunlarını yüz yıldır tartışırken her özgürlük hareketine 'Eyvallah' demek biraz romantiklik olur. Gelecek günlerin Arap kardeşlerimize esenlik getirmesini dileyerek bitirelim. Vesselam.

İslam'ın Şartları Değişti mi?


12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinde yaklaşık yüzde elli oy alan AK Parti için yabancı basının attığı başlıklar ve yaptıkları haberler ilgi çekici! Hemen hemen hepsi ağız birliği yapmışcasına “Türkiye’de İslamcı partinin büyük zaferi” minvalinde başlıklar attılar. Ortada büyük bir zafer olduğunu kimse inkar edemez ancak AK Parti’nin İslamcı bir parti olup olmadığı konusunda ciddi şüphelerim var ve bunları paylaşmak isterim.
Ancak bu şüphelerden evvel bir şeyi daha sorgulamak gerektiğini düşünüyorum: Eğer Ak Parti İslamcı bir parti ise neden Avrupa İslamcı bir partiden rahatsız değil? Ayrıca, ABD Başkanı Barack Obama’nın da Recep Tayyip Erdoğan’ı arayıp “Siz benden daha popüler ve usta bir siyasetçisiniz.”demesinin ardından aklıma hemen şu soru geliyor: Birleşik Devletler’in kurumsal olarak İslam’ı ve Müslümanları düşman olarak kabul ettiği gerçeği Thetcher ve W. Bush’un cümleleri ile sabitken, nasıl oluyor da bir Birleşik Devletler Başkanı İslamcı bir partinin genel başkanını arayıp ona methiyeler düzüyor? Hâlbuki aynı ABD ve Avrupa basını 28 Şubat sürecine gelinirken Refah Partisi’nin iktidar ortağı olmasını kaygı verici buluyor ve Türkiye ile ilişkilerinde sıkıntılı süreçlerin başlayacağını deklare ediyorlardı. Peki, iki İslamcı partinin birisini ‘son derece zararlı’ görürlerken diğerinin zaferini kutlamalarının ve Türkiye için şans olarak görmelerinin sebebi nedir? Bu sorunun cevabını yukarıda bahsettiğim şüphelerimle birleştireyim, sonuca hep beraber bakalım.
                                Ak Parti 2003’ten bu yana iktidar, hem de öyle böyle değil; en başından beri tek başına iktidar! Yani, kanun koyuculuğunun önünde Anayasa Mahkemesi dışında bir engel yok; kaldı ki 2007 itibariyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olduğu için o da bir engel değil. Fakat ne hikmetse ‘İslamcı’ Ak Parti iktidarı başörtüsü sorununu çözmüyor; yani İslami yaşam tarzının önündeki en büyük engellerden birini kaldıracak gücü varken kaldırmıyor. Hatta Sayın Başbakan seçim kampanyası sırasında diyor ki: “Başörtüsü sorununu 2015’te çözeceğiz.” İnsaf yahu! Yani, çözecek gücümüz kudretimiz var ama biraz daha sürünün, biraz daha oy verin bu umutla demeye getiriyor. Bu da yetmiyor, “Başörtüsüne özgürlük yoksa oy da yok!” diyen sivil inisiyatife diyor ki: “ Siz provokatörsünüz!”. Ben, bu tutumu bir yerden hatırlıyorum aslında; İsrail, topraklarına girdiği Filistinlileri öldürme gerekçesi olarak ne diyordu: “Teröristler cezasız kalmayacaktır.”!!!
                                 28 Şubat sürecinde dayatılan yasaklardan birisi de Kur’an Kursu eğitimine getirilen yaş sınırı idi. Bu yasağa göre 12 yaşından küçük çocuklar Kur’an eğitimi alamayacaklardı. Yasağın sebebi gayet net; öğrenme 4 yaşında başlar ve öğrenmeye başlama ne kadar gecikirse öğrenme o kadar zorlaşır. Peki, iki dönem tek başına iktidar olan ‘İslamcı’ Ak Parti neden bu yasağı kaldırmıyor acaba? Çocuklarına Kur’an öğretmek isteyen ailelerin bu özgürlüğüne getirilen kısıtlama neden Ak Parti’nin ‘İslamcılık’ anlayışının içine girmiyor?
                  İslam dininin en önemsediği noktalardan birisi de ‘toplumsal adalet ve sosyal dayanışma’ kavramlarıdır. Hazreti Peygamber (s.a.v.) “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” buyurarak İslam’ın bu yönünü çok net bir biçimde anlatmıştır. O halde Türkiye’de 20 milyon insan fakirlik sınırının altında yaşarken iktidarın nimetleri sayesinde rahat yaşayan, cipleri, evleri, marka eşarp ve gözlükleriyle zengin görüntüleri çizen kadınların, arsızca zenginleşen kocaları nasıl ‘İslamcı’? Memleketteki insanların yarısına yakını 610 lira ile geçim sağlamaya çalışırken ülkenin kişi başına düşen milli gelirini 10 bin dolara yükselttik demek aslında “Ülkedeki bazı insanlar diğerlerinin hakkını çalarak zenginleşiyor, halk da elindekine razı olsun; onlara da birer koli makarnayla birer ton kömür veriyoruz.” demek değil midir?
 İlk başta saydığımız methiyelerin üzerine yukarıdaki gerçekleri koyduğumuzda görünen odur ki Ak Parti’nin ‘İslamcı’ olması için İslam dininin şartlarının ve gereklerinin değişmiş olması gerekiyor! Bizler böyle bir şeyin kıyamete kadar olmayacağını bildiğimize göre ise geriye tek bir sonuç kalıyor: Ak Parti, uygulamaları ile Batı dünyasının takdirini kazanıyor, yani bir bakıma Batı dünyasını memnun ediyor. Onlar da Ak Parti halktan gerekli desteği almaya devam etsin diye Ak Parti’nin İslamcı olduğunu söylüyorlar. Yani, bozacının şahidi şıracı durumları var biraz. Şimdi, sonuç olarak şunu söylemek yerinde olacaktır: Ey ahali, Ak Parti ‘İslamcı’ diye oy verdinse, oyun boşa gitti! Vesselam.

22 Haziran 2011 Çarşamba

Adaletsiz Vicdan Mümkün mü?


Adalet mi önce gelir, vicdan mı?

Vicdan, bütün toplum tarafından en çok kabul gören, sözde herkesin riayet ettiği bir kavram. Fakir fukaraya yardım etmek vicdan, mağduru ve mazlumu gözetmek, mağdur olana destek olmak vicdan. Vicdanlı insanlar, vicdanlı mü’minler her yerdeler. Eyvallah. Peki, bunca vicdanlı bir toplumda adalet nerede? Bütün bu vicdan sahibi arkadaşlarımız, eşimiz dostumuz ne kadar adaletli?
Fakir fukaraya yardım eden vicdan sahibi zenginlerimiz, hiç mi düşünmüyorlar aslında o yardım ettikleri fakir fukaranın kendi hırsları yüzünden o duruma düştüklerini? Toplumun içinde sürekli ve haksız bir şekilde zenginleşenler, hiç mi utanmıyorlar o garip gurabanın halinden? Aslında bizler değil miyiz o insanları işsizliğe, açlığa, yardıma muhtaçlığa itenler? Bizler değil miydik daha dün ‘Adil Düzen’ naraları atıp herkesin emeğinin karşılığını alması gerektiğini haykıranlar? Şimdi, insanları altı yüz on liraya mahkum edip kapılarına bir koli makarna bırakınca vicdanlı mı oluyoruz? Bizler, yani namazında niyazında, elinde tesbih, aklında sadece para hesabı kalmış bizler mi vicdan sahibiyiz?
Bizim Peygamberimiz değil miydi mülkiyetsiz, malsız, eşyasız Rahmet-i Rahman’a yürüyen?
Parayı, pulu, ipek sırçaları terk edip Celaleddin iken Mevlana olan Piri dilimizden düşürmeyen bizler değil miyiz?

Peki, ne oldu da biz zenginleşiyoruz diye düzene selam durmaya başladık? Dün düşman olduğumuz, küfrettiğimiz, yıkacağımıza yeminler ettiğimiz kapitalizmin bugün neden en büyük savunucusu olduk bizler? Bizler de ciplere biniyoruz, bizim de havuzlu villalarımız, yazlık ve kışlıklarımız olunca bitti mi bu kokuşmuş düzenle mücadelemiz?

Reel politik yalanını hangi adalet anlayışıyla anlatacağız? Hesap verirken, Ya Rabbi, reel politik vardı, biz de zenginleştik üstelik; hatta fakire fukaraya da arsızca zenginleşmemizin kırıntılarını dağıttık mı diyeceğiz? Bizim çocuklarımızın ve hatta torunlarımızın geleceğini garantiye alınca işsiz babasından sadece borç yüklenen çocukların geleceği değersizleşti mi? Bizim çocuklar özel okullarda rahat rahat okuyor diye, bütün memleketin çocuklarının eğitiminin beceriksiz arkadaşlarımızın elinde oyuncak olması niçin uykularımızı bölmüyor? Bizim kızlar nasılsa yurt dışında örtülerini rahatça takıyor diye, memleketteki başörtüsü zulmünü hangi vicdan görmezden gelir, hangi adalet tartısı üç beş elitin örtüsünü bütün memleketin madunlarının örtüsünden daha değerli tartar?

Doğrularımızı, adalet tartımızı kendi refahımızla ölçersek nerede kalır bizim vicdanımız? Hangi vicdan, yirmi milyondan fazla insanın fakirliğini istikrar ile açıklayabilir?  Hazreti Bilal’in evinde misafire ikram için bulunan bir kase hurmayı görünce “İnfak et Ey Bilal.”diyen Peygamber, bizim Peygamberimiz değil miydi? Paylaşmayı, sadakadan ibaret görenlere bağırıp çağıranlar bizler değil miydik? İnsanları köleleştiren her şeye karşı olan din bizim dinimiz değil mi yoksa?

Efendiler, sizin dediğinize vicdan denmez, adaletten yoksun olan vicdan ancak ve ancak RİYA’dır! Vesselam.