14 Temmuz 2011 Perşembe

Medeniyeti Ayağa Kaldırmak -2-


Bir önceki yazımda medeniyeti ayağa kaldırmak için ilk koşulun gerçekten ‘milli ve manevi’ özellikleri haiz bir eğitim sisteminin gerektiğinden bahsetmiştim. Tabir caizse var olan sistemsizlik yıkılıp yerine gerçekçi, bilimsel ve en önemlisi milli ve manevi değerlerimizin gereklerini taşıyan bir sistem kurulmalıdır. Peki, bu sistemin içinde neler olmalı, neler yapılmalıdır?
Öncelikli olarak okul öncesi eğitimden başlayarak yapılacak olan yapılandırmada yabancı dil öğretimi tasfiye edilmelidir. Dünyada hiçbir bağımsız ülkenin ilköğretim kademesinde yabancı dil eğitimi yokken bizde neredeyse beşikte yabancı dil öğretilmesi çocuklarımızın düşünce yapısını değiştirmekte, tahrif etmektedir. Bilimsel bir gerçeklik olarak, anadilin düşünme sürecini tamamen etkilediği, her bireyin kendi anadilinde ve kültüründe düşünme becerisine sahip olduğu ortadayken ilköğretim ya da öncesinde yabancı dil eğitimi çocuklarımızın düşünce dünyalarını ‘şizofren’ bir yapıya sürükleyecektir. Bunun önüne geçebilmek adına ilköğretimin ilk beş yılında yabancı dil eğitiminin verilmemesi gerekir. Okul öncesi eğitim bir başka sıkıntısı da yaygınlıktır. Tüm Türkiye sathında okul öncesi eğitimin var olmadığı tek bir köy dahi bırakılmamalı, fiziki şartlar ve eğiticiler derhal yetiştirilerek bu ilkel sıkıntı giderilmelidir.
İlköğretimde zorunluluk sınırı yine 8 yıl olarak kalmakla beraber, mutlaka 5+3 yapısına dönülmelidir. Bu yapının kurulması ilk kademede tüm öğrencilerin ana derslerle ilgili temel kavramları öğrenmesine yönelik olarak gerçekleştirilmeli, ikinci kademeye geçişte mutlaka bilimsel verilerle öğrencilerin ilgi ve yetenekleri çerçevesinde mesleki, teknik, sosyal ya da sanat eğitimine yönlendirilmesi gerekleştirilmelidir. Mevcut sistemin herkesi aynı gören, herkesi aynılaştırmaya çalışan yapısının değiştirilmesi için en önemli şart budur. Örnek vermek gerekirse, Türkçe dil bilgisi; kelime, deyim ve atasözü bilgisi Türkçeyi etkin kullanmak açısından herkesin sahip olması gereken bilgilerdir. Ancak edebiyat bir merak işidir ve herkese edebiyat öğretmeye çalışmak hem öğreticiye hem öğrenciye ciddi anlamda sıkıntı yaratmaktadır. Bu yüzden kurulacak yeni sistemde öğretilecek konularda bu durum gözetilmek zorundadır. Coğrafyadan hiçbir şey anlamayan ve ilgisi ve yeteneği dâhilinde meslek seçecek bir öğrenciye 4 yıl coğrafya öğretmeye çalışmak anlamsızdır. Bunun yapılabilmesi için de öncelikle 5 yıllık sürede mutlaka bilimsel verilerle çocukların ilgi, bilgi, becerileri dikkate alınarak +3 yıllık ilköğretimin ikinci kademesinde ve sonrasındaki orta öğretim kademesinde bu veriler ışığında okullarda ve bölümlerde okutulmaları şarttır.
İlköğretim eğitiminde genel olarak bu çerçevede yapılacak değişim orta öğretimde öğrencilerin alanlaştığı, ileri seviyede eğitim alacağı bir alanı ortaya çıkaracaktır. İlköğretimin ikinci kademesinde ilgi, yetenek ve bilgilerine göre yönlendirilerek alan eğitimi almaya başlayacak öğrenciler ortaöğretimde ise tamamen bu alanlara yönelik okullarda eğitim almaya başlamalıdır. Fen Bilimleri alanında eğitimine başlamış bir öğrenci doğal olarak Fen Lisesi’ne kayıt yaptırmalı ve orada Fen Bilimleri’nin içinde dal seçebilmelidir. Ya da resim dersine yeteneği olan öğrenci ikinci kademede genel olarak aldığı resim eğitiminin ardından mutlaka Sanat Lisesi’ne gitmeli ve resim alanında eğitimini sürdürmelidir. Tabii burada öğrencilerin değişen ilgi alanlarına da riayet edilecek esneklik de mutlaka gösterilmelidir. 11 yaşındayken ressam olmak isteyen çocuğun 15 yaşında başka bir mesleğe yönelmek isteyebileceği de unutulmadan ilköğretimin birinci kademesinde aldığı temel eğitimle birlikte intibak eğitimi ile bu esneklik sağlanabilmelidir.
Orta öğretimde dal seçerek 4 yılını geçirmiş öğrenciler bugünkü gibi bir sıralama sınavı ile değil üniversitelerin ve bölümlerinin kendi belirleyecekleri sistemlerle orta öğretim başarı puanı esasıyla bir sınava tabi tutularak üniversite eğitimine devam etmelidirler. Bu sayede üniversite hocaları bölümlerine gelen öğrencilere ilk iki yıl boyunca bölümle ilgili neredeyse bir intibak eğitimi şeklinde eğitim vermek durumunda kalmazlar ve akademik kısırlığımızın da çözümüne başlangıç anlamında bir katkı yapılmış olur.
Yabancı dil meselesine dönersek, ilköğretimin ikinci kademesinde başlangıçtan itibaren İngilizce, Fransızca, Almanca, Arapça gibi diller seçmeli olarak öğrencilere sunulmalı ve her öğrencinin en az iki yabancı dili olacak şekilde bir eğitim verilmelidir. Yabancı dil eğitimi de yine ilkel metotlardan kurtarılmalı, dinleme ve konuşmaya dayalı bir sistem için gereken fiziki şartlar acilen yerine getirilmelidir. Bu şekilde hem yabancı dil eğitimi İngilizce kısırlığından kurtulmuş hem de Fransızca, Almanca, Arapça mezunlarına da iş kapısı açılmış olur ki ülkemizin en büyük sorunlarından birisinin çözümüne de katkı sağlanmış olur.
Eğitim sistemimiz için yapılacak en önemli değişikliklerden biri ise her öğrencimize mutlaka Osmanlı Türkçesi öğretilmesidir. Bu memleketin tüm evlatlarının mutlaka Osmanlı Türkçesi öğrenmeleri lazımdır ki, medeniyetimizin en önemli tarafı olan tarihimizle barışalım ve tarihini bilerek geleceğe bakabilen nesiller yetiştirelim. Evvela, Kutadgu Bilig, Siyaset-name, Kanun-i Esasi’yi okuyabilmemiz; Fuzuli’den, Şeyh Galip’ten haberdar olmamız lazım. Bunun yanında, Osmanlı Türkçesi öğrenerek kazanacağımız kültür derinliğinin her evladımıza mutlaka çok büyük umdeler kazandıracağını düşünmekteyim. Tarih bilmeden, tarihi hakkıyla öğrenmeden bir gelecek kuramayacağımızdan ne kadar eminsek, Osmanlı Türkçesi’ni öğrenmeden tarihimizi de tam anlamıyla öğrenemeyeceğimizi bilmek zorundayız. Ayrıca, medeniyetimizle kopan bağların bağlanabilmesi de Osmanlı Türkçesi ile mümkündür; dil, kültürün taşıyıcısı olduğuna göre medeniyetimizle bağlarımızı kurtaracak yegâne unsur Osmanlı Türkçesi’dir. Vesselam.

Medeniyeti Ayağa Kaldırmak


İslam Medeniyeti’nin yaşadığı tüm coğrafya, yani İslam Coğrafyası yüzyıllardır gaflet, bölünmüşlük ve dolayısıyla sefalet içinde yaşamakta. Öyle büyük bir sefaletin içinde bulunuyoruz ki, bırakın bütün bir coğrafyanın bütünlük oluşturmasını, İslam Medeniyet Havzası’nda yer alan devletlerin neredeyse hiçbiri kendi içinde bile bir bütün halinde değil. Irak üç parça, Afganistan’da kimin neye hizmet ettiğini anlamak güç, Kafkaslar’daki milletler Rusların elinde perişan, Balkanlar’da Bosna yaşadığı travmadan hala kurtulamadı, Kosova ona keza, Libya, Mısır, Tunus gibi görece daha rahat olan ülkeler ‘Arap Baharı’ adı verilen ama sonbahar gibi görünen bir karışıklıkla darmadağın oldular. İslam Devrimi’nden sonra toparlanan İran her ne kadar bu ülkelerin içinde en iyi durumdaki ülke gibi gözükse de rejim muhalifleriyle yaşanan sorunlar bir yandan, ABD ile sürekli artıp azalan gerginlik diğer yandan İran’ı tehdit ediyor. Belki de tüm İslam Coğrafyası içinde en rahat ülke Suudi Arabistan; kraliyet ailesinin ABD ile iyi ilişkilerinin neticesinde son elli altmış yıldır neredeyse hiçbir büyük sorunla karşılaşmadılar. Petrollerini satıyorlar, Hac Turizmi sayesinde milyar dolarları kazanıyorlar fakat İslam Coğrafyası’ndaki hiçbir ülkeye zerre miktar faydaları dokunmuyor. Bu kategoriye aynı zamanda Birleşik Arap Emirlikleri’ni de katmak mümkün. Zevk ve sefa içinde yaşayan, tüketim çılgınlığının doruklarında gezinen emirlikler de yine İslam Coğrafyası’nda yaşanan her şeye yabancı.
Türkiye ise Osmanlı bakiyesi büyük bir medeniyetin mirasçısı olması hasebiyle bu coğrafyanın en dikkat çeken, hep örnek alınan ülkesi olmakla beraber, doksan yıllık cumhuriyet tarihinde bu rolünü asla iyi anlayamamış ve dolayısıyla kurgulayamamış bir ülke konumunda. Gelişmişlik düzeyini Batı’ya endekslerken, bilim ve teknoloji ile kültürün apayrı şeyler olduğunu unutan, bunun sonucunda da yaklaşık dört yüzyıldır büyük bir kültür buhranı yaşayan Türkiye, İslam Coğrafyası içinde belki de en fazla sorumluluğu olan ülkedir. Osmanlı Gerileme Devri’nden itibaren Batı Dünyası’nı hep bir medeniyet projesi olarak algılamakla yaptığımız hatalar Osmanlı’yı yıkılmaya sürükledi. Bunu durdurmaya ve geri çevirmeye çalışanlar ise hep ‘irticacı’ damgası yediler. Abdülhamit Han’a ‘Kızıl Sultan’ damgasının vurulması, ‘baskıcı’ ilan edilmesindeki temel sebep de aslında Sultan’ın Batı’daki ilerlemeyi kabul etmekle birlikte Batı Medeniyeti’nin kültürümüz içinde yeri olmadığını bilmesi ve ıslahatlarda bu tehlikeyi savuşturmak istemesindendi. Milli Mücadele esnasında halk da Mustafa Kemal de aslında İslam Medeniyeti’nin esasları içinde bir mücadele vermiş ve Kurtuluş Savaşı böyle bir ruhla kazanılmıştı. Fakat cumhuriyetin başından itibaren yapılan inkılâplardaki bazı hususlar yine Batı’yı ve onun medeniyetini örnek kabul ederek yapılınca, köklerimizle aramızdaki uçurum doksan yıllık cumhuriyet tarihinde giderek arttı. Bugün geldiğimiz noktada yaşadığımız Medeniyet Buhranı’nın en temel sebeplerinden birisi de maalesef bu inkılâplardır. Genel olarak, Batı Medeniyeti’ni ulaşılması gereken bir hedef olarak kabul etmek; dinimize, yaşam tarzımıza, kısacası medeniyetimize uygunluğunu düşünmeden “Batı’da ne varsa iyidir.” düşüncesi ile Batı’yı bire bir taklit etmek, bugünü hazırlamıştır. Bugün, bütün İslam Coğrafyası ile birlikte Türkiye, pusulasını kaybetmiş bir gemi gibi okyanusun ortasında yalpalamaktadır.

Medeniyet Eğitimle Başlar
Medeniyetimizi ayağa kaldırmanın sacayaklarının belki de en önemlisi eğitimdir. Eğitim sisteminin gerçekten ‘Milli ve Manevi’ vasıflarda yeniden yapılandırılmasından gayrı bir çözüm önerisi de yoktur. Batı medeniyetinden alınmış, bilimsellikten uzak ve adeta bir kopya sistemi olan eğitim sistemi içinde sürekli değişiklikler yapılarak hiçbir yere varamayız. Has Parti’nin seçim beyannamesi bu açıdan da bir kurtuluş öngörüyordu ancak Has Parti meclise giremediğine göre her yıl toplanan Milli Eğitim Şurası’nın cidden bir ‘şura’ niteliğinde toplanıp eğitim sistemimizi gerçek bir eğitim sistemi haline getirmesi şarttır.

 Bilimde ve fende batıyı örnek almak mantıklıydı belki, fakat batının eğitim metotlarının ya da okul düzeninin Türkiye’ye bire bir kopyalanması ne kadar doğrudur? Aşağı yukarı dört yüzyıllık süreçte kaç tane Mimar Sinan, kaç tane Ali Kuşçu yetiştirebildik? Evet, Mimar Kemaleddin, Oktay Sinanoğlu, Cahit Arf gibi mümtaz bilim ve ilim adamları yetiştirdik fakat onlardan ne kadar faydalanabildik?
Eğitim öğretim konusundaki eksiklerimiz ve hatalarımız o kadar büyük ki bu hatalardan tamamen dönmeden Medeniyetimizi yeniden inşa etmemiz imkânsız gözükmektedir. Eğitim öğretim alanında öyle büyük hatalarımız var ki, bugün başlasak belki 20 yılda düzelmeleri görmemiz mümkün olur! Bir kere Arap alfabesinin yerine Latin alfabesini koyduktan sonra, çocuklarımıza Osmanlı Türkçesi’ni öğretmemek 1940lardan sonra bütün bir Cumhuriyet neslinin geçmişiyle bağlarını kopartması anlamına gelmektedir. Bir nesil düşünün ki bırakın ilmi ya da tarihi eserleri, dedesinin yazdığı yazıyı okuyamıyor; belki dedesinden kendisine kalan tek hatıra olan bir mektubu okumaktan aciz bırakılmış. Batı medeniyetini örnek alırken keşke batılıların Rönesans ve Reform esnasında yaşadıkları büyük sıçramayı tarihlerinden dersler alarak yaşadıklarını görebilseydik! Batılılar Hipokrat’ın yeminini hala okurlarken bizler İbn-i Sina’nın kim olduğunu bilmiyoruz bile! Batılı her öğrenci büyük hatip Cicero’yu ezbere bilir fakat biz büyük vezir Nizamü’l- Mülk’ün Siyaset-name’sinden haberdar değiliz! Napolyon, Hitler gibi canavar ruhlu adamların hayatlarını bile ezbere öğreniriz lakin Fatih’i, Kanuni’yi, Yavuz’u, Abdülhamit Han’ı sorsalar, ağzımızı açamayacak durumdayız neredeyse! Hepimiz en az bir sefer Dostoyevski, Balzac, Şekspir okumuşuzdur ama Fuzuli’yi, Baki’yi, Ali Şir Nevai’yi, Kaşgarlı Mahmud’u hiçbirimiz bilmeyiz! Yahya Kemal’i ve hatta Necip Fazıl’ı okurken bile zorlanan nesiller yetiştirdik biz! Bugün geldiğimiz noktada lise öğrencilerinin nazarında bir pop şarkıcısı ya da bir rock grubunun solisti bütün bu saydığımız isimlerden önce gelir ve hepsinden daha itibarlıdır! Üniversiteye yüksek tahsil yapmaya gönderdiğimiz çocukların her birinin en az iki yıl intibak eğitimi almaya, öğrenme sürecinin nasıl başladığını öğrenmeye ihtiyaçları var! Tarih bilgisini 1923’ten başlattığımız bu çocukların hangisine tarih şuuru aşılanabilir? Bu medeniyetsiz çocuklara hangi medeniyetin tarihini öğretebilirsiniz? Bu çocukların hangisinden vatanını milletini bilerek tanıyarak sevmesini ve insanlarına faydalı olmak için yaşamasını bekleyebilirsiniz? Bütün eğitim sisteminin bu yoksunluklar ortadan kaldırılacak bir biçimde yeniden yapılandırılması ve bu yapılandırmanın hiç vakit kaybetmeden acilen yapılması şarttır.

5 Temmuz 2011 Salı

Şu Şike Olayı

  Pazar sabahından beri tüm Türkiye'nin gündemi aynı. Siyaset falan her şey geri planda kaldı. Hatta o kadar ki, Mavi Marmara'da 9 şehit verilmesinin ardından Gazze'ye gidecek ikinci filo ile ilgili bir sürü gelişme var; Suriye, Libya kan gölü halinde ama kimsenin umrunda değil. Varsa yoksa Fenerbahçe. Aziz Yıldırım'ın, bazı yöneticilerin, futbolcuların şike iddiası ile göz altına alınması herkesin gündeminin baş köşesinde. Benim babamın futbolla zerre ilgisi yoktur, o bile meraklı: "Ne olacak oğlum?" diyor. Hal böyle olunca ve serde de Fenerlilik varken yazmadan edemedim.
  Dediğim gibi Fenerbahçeliyim; objektif falan da değilim, tarafım, taraftarım. Ben olaya başka bir yerden bakıyorum bu yüzden. İlk önce soruşturmanın acilen sonuca ulaşması gerekiyor. Soruşturma devam ederken de kimseye suçlu ya da suçsuz denilemez; taraf da olsam bunu söyleyemem. Tek istediğim soruşturma çabuk sonuçlansın; elmalarla armutlar karışmasın; sonuç olarak bu kadar çirkin bir şey yapılmışsa elbette suçlular en ağır cezaları alsınlar. Çünkü, Fenerbahçe böyle zanların altında kalmamalıdır. Çünkü, Fenerbahçe'nin büyüklüğü tertemiz şampiyonluklar hak eden, isteyen bir büyüklüktür. Çünkü, Fenerbahçe'nin şampiyon olmak için saha dışında bir şeye ihtiyacı yoktur. Ve en önemlisi; merhum İslam Çupi'nin dediği gibi: "Fenerbahçe büyüklüğü kupa büyüklüğü değildir, şampiyonluk büyüklüğü de değildir. Öyle bir büyüklüktür işte... Adı konamaz!"
  Bütün bunların yanında herkesin unuttuğu bir konu var; kimsenin  görmek istemediği!
  Ligin ikinci yarısı başlarken rakibinin çok gerisinde bir Fenerbahçe vardı. Sahada mücadele eksikti, takım kopuk kopuk oynuyordu; hiçbir şey istendiği gibi gitmiyordu. Yeni Malatyaspor'a yenilip Türkiye Kupası'ndan elenmişti takım. Antalya kampından sonra bir şeyler değişti. Sakın, bu fotoğrafı alet etmeyin başka şeylere. Gökhan'ın Antalya attığı golden sonraki sevinci hala gözlerimin önünde; tüm takım Aykut Hoca'ya sarılmıştı, neredeyse ağlayacaktı Gökhan. Trabzon maçında ligin ilk yarısının en iyi takımına top oynatmadılar; kendileri OYNADILAR. 17'de 16 yaptılar; Kadıköy'de gol dahi yemediler; ikinci yarı sadece bir beraberlik aldılar, yenilmediler. Şampiyonluğun üzerindeki şaibeye bir sürü örnek gösterenler bir zahmet sahada terlerini akıtan o futbolcuların alın terlerinin hakkını versinler! Son haftalarda geriden gelip alınan maçları dolamış herkes diline; Galatasaray ve Beşiktaş maçlarını da hatırlayın isterseniz: İkisinde de geriden gelmedi mi Fenerbahçe? Ezeli rakiplerin futbolcuları da mı şaibeli? Yapmayın, etmeyin! Dediğim gibi, evet suç varsa en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Ancak suç sabit değilken bu insanlara hakaret etmeyin, sahaya çıkıp mücadele veren, ter akıtan, o terle ekmek kazanan 23 tane 'adam'ın hakkını teslim edin! O futbolcuların çoğu Türkiye Milli Takımı oyuncusu, haydi bırakın Milli takımı falan da, o futbolcular insan, emeklerini bu kadar çabuk harcamayın. Eleştirin, şüphelerinizi gidermek için sorular sorun ama o terleri görmezden gelmeyin lütfen!
  Sonuç olarak başta da söylediğim gibi suç kesinleşirse adalet yerini bulsun elbette. Bir Fenerbahçeli olarak buna en çok üzülenlerden biri olurum; fakat hangi klasman olursa olsun Fenerbahçe, taraftarının sevgilisi olmaya devam eder; kişiler gider, Fenerbahçe bakidir; yapılan yanlışlar Fenerbahçe'ye mal edilemez. Fenerbahçe Fenerbahçe'dir. Vesselam. 

Srebrenitsa Katliamı, Bilge Kral ve Devlet Yöneticileri Hakkında


1995 yılının temmuz ayı, hafızalarımıza Bosna’da Boşnak Müslümanlara karşı yapılan Srebrenitsa Katliamı ile kazınmıştır. Birleşmiş Milletler’in kontrolü altındaki Srebrenitsa Kampı, ‘İnsan Kasabı’ Sırp komutan Mladiç’in komutasındaki Sırp askerleri tarafından basılmış ve resmi rakamlara göre 8372 Bosnalı Müslüman, kadın, çocuk, yaşlı, hasta denmeden hunharca katledilmiştir. Avrupa’nın orta yerinde, bütün Batı Medeniyeti’nin kayıtsızca izlediği bu katliam aslında yüzyıllarca birlikte yaşamış, komşu olmuş fakat sadece Müslüman oldukları için o topraklarda istenmeyen Boşnaklara, Osmanlı bakiyesi bir topluma uygulanmış olması hasebiyle de bir insanlık dramıdır.
Srebrenitsa’yı hatırladığımız an aklımıza gelen büyük bir lider var; Aliya İzzetbegoviç. Ya da Bosna halkının ve diğer Müslümanların kendisine verdiği diğer isimle Bilge Kral. Çocuk denilecek yaşlarda Bosna halkı ve İslam Dünyası için fikirler üretmiş, harekete geçmiş, savaşmış, hapis yatmış büyük komutan, büyük devlet adamı, büyük fikir adamı. Bilge Kral, Avrupa’nın orta yerinde yapılan bu büyük katliamlarla boğuşup halkının bağımsızlık mücadelesini verirken bir taraftan da İslam Dünyası ve Müslümanlarla ilgili fikirler üretiyor, İslam Dünyası’nın yeniden bir araya gelip huzurlu, mutlu günlerine kavuşmasının özlemini çekiyordu. Bu konuyla ilgili İslam Deklarasyonu, Doğu Batı Arasında İslam, İslami Yeniden Doğuşun Sorunları gibi kitaplar yayınlamıştır. Şüphesiz, İslam Dünyası’nın son yüzyıldaki en büyük liderlerinden birisi olan Bilge Kral’ın tavsiyelerini hatırlamak ve halkımıza da hatırlatmayı bir görev biliyorum. Bu sebeple Bilge Kral’ın tüm İslam liderlerine seslendiği cümlelerinden alıntılarla günümüzün yerel yöneticilerine ve devlet yöneticilerine uyarı yapma görevimizi de yerine getirmek isterim.
İktidara gelirseniz, hal ve hareketlerinize dikkat edin. Kibirli olmayın, kendini beğenmişlik etmeyin. Size ait olmayan şeyleri almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kurallarına uyun. Unutmayın ki sonsuz iktidar yoktur. Her iktidar geçicidir ve herkes, er veya geç, önce milletin ve nihayet Allah'ın önüne hesap verecektir.”
Bilge Kral yukarıdaki sözü söylerken gerçekten Hz. Ömer’i ve Asr-ı Saadet’i özümseyerek söylemiş olmalı. Günümüz devlet yöneticilerinde bizlerin de aradığı özellikler aynen bunlardır. Yerel ve merkezi iktidarda bulunan yönetici arkadaşlarımıza en büyük tavsiyemiz budur. Kibirli olmamak. Yani, iktidarın gücüyle halka hor bakmamak gerekir. Bugün Türkiye genelinde gördüğümüz en büyük sıkıntı budur. Kibir, tüm günahların başıdır. Hâlbuki makam ve mevkiler kişilerin şahsi becerilerinden ziyade Allah’ın bir lütfudur ve eminiz ki çok büyük bir imtihan yeridir. Bir beldenin, bir ilçenin, bir vilayetin, bir ülkenin yönetim sorumluluğu elbette çok büyük bir sorumluluktur ve büyük vebali olabilecek bir iştir. Bu görevleri ifa ederken görevin Allah’ın izniyle halk tarafından verildiğini bilmek, bu makamların birer emanet olduğunu idrak etmek ve ona göre davranmak lazımdır. Bunu bu şekilde algılamayıp, “Bugün güç bendedir, makam benimdir; o halde ben herkesten üstünüm.”gibi bir mantıkla yöneticilik yapmak bırakın Müslümanlığı en başta insanlığa dahi yakışmayacak bir davranıştır. Halka ve diğer parti mensuplarına aşağılayıcı şekilde bakmak, halkın verdiği iktidarı halkın üzerinde bir tahakküm aracı olarak kullanmak bizleri halkın ve her şeyin mutlak sahibi olan Allah’ın nezdinde kötü insan yapacaktır. Bu da bir insanın dünya üzerinde kazanacağı en kötü haslettir.
Diğer bir nokta, iktidarın elbette sınırlı olduğudur. Bugün bütün güç elinizde olabilir, büyük bir iktidarın bir beldedeki ya da bir ülkedeki baş aktörü olabilirsiniz. Ancak, tarih ve medeniyet bilgimiz bize göstermektedir ki her iktidar geçicidir ve güç Kadir-i Mutlak olan Allah’a aittir. İktidarın sonsuz olacağı hayaliyle insanlara zulm edenlerin, halkın ve Hakk’ın karşısındaki itibarlarının düşük olacağını da bizlere hem Kur’an ve Sünnet hem de tarih göstermektedir.
Bütün bu sebeplerle, iktidar sahiplerinin mutlaka halka kibirli değil hoşgörülü davranmasını; efendi değil köle gibi hareket etmesini tavsiye ediyorum. Medeniyet tarihimiz bu şekilde davranan ve yüzyıllardır bu haseple rahmetle ve dua ile anılan örneklerle dolu olduğu gibi, halkına köle muamelesi yapan, halkının üzerinde güçle bir zulm mekanizması kuran ve bugün dahi lanetle anılan yöneticilerle doludur! İslam halifelerinden başlayarak ilk gruba yüzlerce örnek vermek mümkündür. İkinci grupta ise tüm halkımızın aklında kazılı birkaç isim zikretmek yeterli olacaktır: Firavun, Nemrut ve Kureyş kabilesinin önde gelen zalimi Ebu Cehl… Sanırım bu isimler halka zulmeden yönetici sınıfın ne şekilde anılacağını ve bu anmanın kıyamete kadar devam edeceğini en iyi anlatan örneklerdir. Büyük Selçuklu Veziri Nizamü’l Mülk’ün ünlü eseri Siyaset-name’nin giriş cümlesini hatırlatmak da bu konuyla ilgili bir vazifedir sanıyorum. Büyük vezir şöyle diyor: “ Küfr ile belki amma zulm ile paydar olmaz bir memleket!” 
Srebrenitsa'da şehit edilen binlerce kardeşimize ve Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç'e Allah'tan rahmet dileyerek Srebrenitsa ile ilgili ilk yazımı bitiryorum. İnşallah ilerleyen günlerde bu konuyla ilgili yazmaya devam edeceğim. Vesselam.

1 Temmuz 2011 Cuma

Kendi Evlatlarını Yiyen Millet!


Bir memleketi düze çıkarmak, ihya etmek için en basit yol nedir? Eğitim. Hiç kuşkusuz iyi eğitilmiş nesiller yetiştirmek topla tüfekle, parayla kazanamayacağımız her şeyi kazandırır. İyi eğitilmiş nesiller elbette memleketi de medeniyeti de kurtarmaya yetecektir.
Peki, iyi eğitimli nesil nedir? Her birinin aynı uyduruk sistemin içinde rezil edildiği, tek tip insan olmaktan, vaktini boşa harcamaktan başka bir şey bilmeyen, popüler kültürün oyuncağı olmuş, aklı fikri uçkurunda olan çocuklar yetiştirmek mi? Ellerinde lisans diplomalarıyla aylak aylak gezen, üniversiteden sadece diploma kazanarak mezun olan gençlerle mi ‘globalleşen dünya’ya ayak uyduracağız? Bırakın üniversite mezunu yetiştirmeyi; bu yetişen nesle hiç eğitim vermesek de yine aynı durumda olurlardı!
Tarihten, edebiyattan yoksun, kültürü ve ahlakı olmayan binlerce gariban… Kökü sökülmüş ağaç gibi, rüzgâr nereden eserse oraya doğru bükülen nesiller yetişiyor! Bir yıl rapçi oluyorlar, ertesi sene rockçı, bir sene sonra emo… Velhasıl o yıl ne pompalarsa küresel egemenlerin toplum mühendisleri, bizim çocuklar o pompanın gazına göre savruluyorlar! Ne dinlediklerinden bir şey anladıkları var, ne giydiklerini neden giydiklerinin farkındalar. Sadece herkes gibi yapıyorlar. Kendilerine örnek gösterilen üç beş tane şarkıcı parçası nereye giderse oraya gidiyor zavallı kuzular!
Okullarda öğretmenler yok hükmündeler; müfredat bir yandan, maaş derdi bir yandan, bir sistemi bile olmayan Maarif diğer taraftan… İsteseler bile şuurlu, ahlaklı, düşünebilen nesiller yetiştiremiyorlar. Neden? Batıdan kopya ettiğimiz sistemin içinde bizim değerlerimizi, bizim medeniyetimizi öven, yücelten, idrak eden tek bir çark yok da ondan. Varsa yoksa batı… Batı Orta Çağ’dan çıkarken münevverleri vardı; kendi değerlerini ortaya döken, kendi medeniyetini yücelten ve kendini ateşin ortasına atabilen. Rönesans yapılırken Da Vinci, Galile gibi adamlar ölümü göze aldılar, karanlıktan ışığa çıkarabilmek için Avrupa’yı. Biz Tanzimat’tan beri aslımızı inkâr ediyoruz, kökümüze benzin döküyoruz, kökü çürümüş bir ağacın yapraklarını parlatıp duruyoruz! Reform’u yapan Avrupa Hıristiyanlığın ne demek olduğunu anlayarak başardı bunu. Biz ne yaptık? İslam’ı denize dökerek yüceleceğimiz gafletiyle Avrupa’yı tanrı edindik! Asırlardır elmalarla armutları topluyoruz, çıkarıyoruz, çarpıp bölüyoruz ama sonuç değişmiyor: Anlamsızlık!!!
Kendine, tarihine, dinine, diline yabancı nesiller yetiştirip duruyor ve arkalarından hayıflanıyoruz; Bu gençlik neden böyle?
Kültürsüz nesiller yetiştirdiğimiz için olabilir mi acaba?
Dini ve dili olmayan bir milliyet yaratmanın ne faydası oldu acaba? Bütün dünyanın ezbere bildiği Mevlana’yı Türkçe tercümeden yalın ve yavan okuyabilen ama ne dediğini asla anlayamayan nesiller yetiştirince ‘modern’ mi oldu bu millet?
İngilizce gibi bir papağan dilini öğrettiğimiz çocuklarımız Osmanlı Türkçesi bir kelime gördüklerinde şeytan görmüş gibi afallıyorlar; hâlbuki dedelerinin konuştuğu, yazdığı, okuduğu dildi o. Dedelerinin ninelerine âşık olduğunda mırıldandıkları beyitlere şimdi torunları çivi yazısı görmüş gibi bakıyorlar. 
Bu çocuklarla mı 2023 hedefliyoruz? Yoksa memleketin çocukları cahil kaldığı için hep başköşede yer bulan Robert Kolej’li, Galatasaraylı, Dame de Sion’lu çocuklarımız mı bizi 2023’e ulaştıracak?
Bütün dillerin Türkçeden türediği saçmalığına inanarak, medeniyetimizi ihya etmiş Arapça ve Farsçayı düşman görünce çağdaş mı olduk?
Peki, o beğenmediğimiz Osmanlı Türkçesi’ni unutturduğumuz nesillerden hukuk terimlerini hakkıyla öğrenen kaç hukukçu yaratabildik? Yüzyıldır anayasa yapamamak, her gün yargının bağımsızlığını tartışmak gerçekleri bunların az da olsa payı olan bir tezahür değil mi?
Başınız sıkıştığında söylediğiniz bir şey var: Devlette devamlılık esastır diye. Efendiler, asıl devamlılık kültürde esastır; kültürün ihyası için dilde devamlılık esastır!
Velhasıl, bizde kültür namına hiçbir şey bırakmayan şu Batı yalakalığından kurtulmadıkça ne fikri irfanı hür nesiller yetişir ne de bir arpa boyu yol alırız. Bu memleketin evlatlarına acıyın efendiler, bu çocukları kültürsüzlüğe, sefilliğe, köksüzlüğe mahkûm etmeyin! Unutmayın, bu memleketin her şeyden evvel düşünebilen ve düşünürken tarih ve medeniyet şuuruna sahip evlatlara ihtiyacı vardır. Vesselam.